• Birinci navigasyona geç
  • Skip to main content
  • Birinci sidebar'a geç
Endişeli Psikolog

Endişeli Psikolog

Çok Kişisel Bir Blog

  • Endişeli Psikolog?
  • Blog
    • Değişim
    • Çok Bilmişlikler
      • Elena Ferrante Okumak
      • Şehirlerle İlişki, Biraz da New York
      • Erteleme Üzerine
      • Mükemmeliyetçilik Üzerine
      • AMERİKA’YI YERİYORUZ
      • Soru-Cevap
      • Amerika’yı Övüyoruz-1
      • Birkaç Minik Değişiklik ile Hayatla Olan İlişkinizi Güzelleştirin
      • OY VE ÖTESİ: SEÇİMLER ÜZERİNE BİR ATIP TUTMA ŞEYSİ
      • Hem İnsanlık Hem Kendiniz İçin Büyük Bir Adım: MINDFULNESS
      • Yeni Yıl Kararlarını Uygulayabilme Planı
      • Hamileliğin Dayanılmaz Hafifliği/ Hamilelik Notları-2
      • Kimin Bedeni Kimin Kararı? /Hamilelik Notları-1
      • Hayatınızın İpleri Sizin Elinizde! /Amerikan Kültüründen Almamız Gerekenler-2
      • Selamsız Sabahsız Geçmek Yok! / Amerikan Kültüründen Almamız Gerekenler-1
      • Yoksa Siz Hala Enneagramla Tanışmadınız mı?
      • İki Basit Yöntemle Daha Üretken Bir Hafta
    • Hikayeler
      • MERHABA SOSYAL MEDYA, MERHABA SOSYAL OLAN HER ŞEY!
      • ADIM ADIM MİNİMALİZM: Bir Görgüsüzün Minimalizm Felsefesi
      • ADIM ADIM MİNİMALİZM: Minimal Bir Hayat Oluşturma Sürecim ve Minimalizmin Bana Kattıkları
      • Annelik, Mert Fırat ve Bir Takım Düşünceler?
      • BAŞKA BİR ÜLKEYE YERLEŞMEK
      • Sizinle Biraz Dertleşebilir miyim?
      • Amerika’da Doğum-2: Atlas’ın Gelişi
      • Amerika’da Doğum-1
      • GLUTENSİZ BESLENME, GLUTENSİZ İLİŞKİLER
      • Gitmek
      • SEN MİNNOŞ BİR EV KEDİSİ DEĞİLSİN DURU!*
      • YENİ YIL KARARLARI VOL. 30
      • Yoga: Mutlu Ol, Özgür Ol
      • Bir Tutku Aracı: Kavga
    • Sevgili Günlük
  • Podcast
  • Youtube
  • Bloga Üye Olun
  • İletişim

Çok Bilmişlikler

ÖLÜ YAZARLARIN GÖLGESİNDE

Mayıs 3, 2020 By Zeynep Yorum yapın

Uzun süre yaşayan yazarların eserlerini okumakta sıkıntı yaşadım. Tabii ki ne eserin ne yazarın bir suçu var. Benim ancak ölmüş, hatta mümkünse benden en az bir yüz yıl önce yaşamış yazarları ciddiye alabiliyor olmamdı sıkıntılı olan. Bir türlü Orhan Pamuk okuyamayışımın sebebinin böyle bir şey olduğunu biliyordum ama o sebebi hiç sesli söylemedim. Ağızdan çıkan bir şeyin üstünü örtmek mümkün olmadığından sanırım, ben de hiç dile getirmemiş, böylece altını kazmak mecburiyetinde bırakmamışım kendimi.

Bir davranışı değiştirme ihtiyacı hissettiğimizde mümkün olduğunca arkasındaki deseni ve motivasyonu anlamaya çalışırız ki köklü ve içe sinen bir değişim için adım atabilelim. Benim yaşayan yazarları okuyabilir ve eserlerinden keyif alabilir hale gelmemin arkasında ise böyle sıralı bir çözülme ve yeniden düğümleme hikayesi yok. Farkındalık sonradan geldi diyebilirim. Daha doğrusu ne olup bittiğinin adını yaşayan yazarlarla ilişki geliştirdikten sonra koyabildim. O yüzden hayatımdaki bu değişimi ayrıca kıymetli buluyorum. Şimdi hepsini anlatacağım ve yazarı öldürme mecburiyetini de pek çoğumuzun hayatına değen bir yere bağlayacağım.

Öncelikle ölü yazar tercihimden başlayayım. 

Hepimiz kendimizi belli alanlarda belli seviyede eksik ve kusurlu hissederiz. Oldukça insani olan bu hislerle ağzımızın tadını çok bozmadan yaşayabilmek için de belli sistemler kurarız. Bu gerçekle karşılaşmamak için önlemler alır, karşılaştığımızda ise kendimizi savunduğumuzu hissettiğimiz yöntemler geliştiririz. Bazılarımız sistemlerini çoğunluğun oluşturduğu düzene göre geliştirir ki daha nadir karşılaşsın eksikliği ile. Başarılı olmak, çalışkan olmak, uyumlu olmak, sevecen olmak vs. Kısaca içinde yaşadığı aile ve/ ve ya toplumun beklentilerine paralel yerlerde dolanmak gibi düşünebiliriz. Bazılarımız ise çoğunluğun oyunu alamayacağı yerlerde kalabilir. Bu iki ucun arasında bir yerlerde de olunabilir tabii. Ve her bir durumda kişinin tercihi bilinçdışının etkisinde bilinçli bir tercihtir. (Burada Jung’un bakış açısını merkeze koyarak yapıyorum bu değerlendirmeyi)

Çoğunluğun oyunu alamamış kimseler eksiklikleri ile daha sık karşı karşıya kalmak zorunda kalabilirler. Şöyle bir benzetme yapabiliriz; bu kişilerin üzerine giydikleri kumaş küçük parçalar halinde. En küçük bir hareket bile kumaşın kapattığı yerin açılmasına neden olabiliyor. Çoğunluğun oyunu alanların ise kumaşları büyük, daha geniş bir alanı daha uzun süre kapalı tutabiliyorlar.

Ben küçük kumaş parçaları ile kapamak istediği yerleri örtmeye çalışanlardanım. Büyük çoğunluğun oyunu pek alamadım. Ne ailemde ne içinde yetiştiğim toplumda. Kendime bir sürü minik minik kumaşlar edindim. Ve o yüzden üstüm başım sürekli açıldı, açılıyor. Kendime sürekli frikik veriyorum. Eksikliğimle ve kusurlarımla sıklıkla karşı karşıya geliyorum. 

İşte yaşayan yazar okuyamamak da benim bir tür baş etme biçimimdi aslında. Çünkü yaşayan insan idealize edilemez. Hele ki bu çağda. Anında bir yerde saçma sapan bir özelliği, bir düşüncesi ile karşılaşabilirsiniz ve karşınızda görmek istediğiniz o mükemmellik temsili bir anda yıkılır. O yıkımı da kaldırmak zordur kusurlu olduğunu kabullenmekte zorlanan insan için. Ama ölmüş yazar mis gibidir. Canınızı sıkmaya yetecek bir noksanlıkla karşılaşsanız bile kolaylıkla rasyonelize edebilirsiniz. O dönemin konjonktüründe bakmak lazım deyip geçebilirsiniz. Böylelikle aynanın camına yapıştırdığınız ideal imaj ile kendinize bakmadan devam edebilirsiniz. 

İşte benim yakışıklı, entelektüel, zeki, Cihangir-Nişantaşı muhteşemliği! Olarak zihnimde yer etmesini istediğim Orhan Pamuk romanlarında hep hayal kırıklığına uğratıyordu beni. Romanı uğratmıyordu aslında. Yazdıklarının ele verdiği gerçek Orhan Pamuk, zihnimdeki ile ters düşüyordu. O da bana insanın kusurluluğunu ve haliyle kendi kusurluluğumu hatırlatıyordu. Durduk yere huzursuz ediyordu beni. 

Orhan Pamuk’la barışmamız:

Orhan Pamuk’u “ yaşayan yazar” temsili olarak kullanacağım yoksa kendisi ile kişisel bir meselem yok. (Keşke kişisel meselem olabilecek bir yakınlığım olsa)

Pamuk’la barışmamız, arkadaşımla bir kitap sohbeti esnasında “Ama o yazar ölmedi henüz, ben onu okuyamam” cümlesinin espri olarak ağzımdan bir anda dökülmesinden çok öncesine dayanıyor. (Burada da Freud’u analım) O yüzden bu durumu kendi hayatımda önemli bir yere koyuyorum. 

Normalde böyle bir farkındalık anı benim işlerimi kolaylaştırır. Hem vaziyetin adını koyabilmiş olmak net bir yol haritası çıkarmamı sağlar hem de kendi yaralarıma entelektüel bir form vererek bakmak benim en temel baş etme mekanizmam olduğundan canımı yakmadan tertemiz çıkarım o ameliyattan. Yani bir tür uyuşturma yöntemi. Ve ben kendimi uyuşturmadan girdim o ameliyata. Beni rahatsız eden şeylere rağmen okuma kararı aldım. “Tahammül edebilmeyi öğrenmelisin!” dedim. Orhan Pamuk’a tahammül etme olarak çıktığım yol tabii ki kendime tahammül edebilme yoluna dönüşüverdi. 

Orhan Pamuk okumak benim için artık keyifli. Kendisine ve eserlerine karşı fikrim değiştiği için değil. Bir insanın zaaflarını, idealize ettiği şeyleri, tüm entelektüel birikimine rağmen aşamadığı meseleleri görmek dünyamı yıkmıyor artık. Sanırım kendi kusurlarımla da aynı odada kalabilme sürem uzadı. Kusurlarımla barışmadım ve evreni kucaklamıyorum; yanlış anlaşılmasın. Sadece kusurlu ve eksik olarak da değer üretebileceğime inancım sahici bir yerden geliyor -gelebildiği zaman-.

Yaşayan tüm yazarlara uzun ömür diliyorum.

Kategori:Çok Bilmişlikler

Sivrisinekten Gelen Mesaj

Nisan 28, 2020 By Zeynep Yorum yapın

Dünden beri bir türlü yakalayamadığım bir sivrisinek var evin içinde. Öfke doluyum. Vızıltısını duyduğum an tüm odağım ona yöneliyor. Şu an gece yarısı burada. Herkes uyuyor. Ben sineği yakalamak için yatmadım. Tamam abartmayayım. Uyumak istemeyişim konusunda kendime söyleyebileceğim iyi bir sebep gibi gözüktü. Eğer bu bahaneyi üretmeseydim, uykum olmasına ve geceleri ayakta olmayı hiç sevmememe rağmen uyumak istemeyişim üzerine düşünürdüm biraz. YouTube ve Netflix arasında bir şeyler bulmaya çalışırken aklım da gözüm de hep sinekte. Hiçbir şey seçemedim, dikkatimi veremedim. Sonra aklıma bir süredir ziyaret etmediğim sevdiğim bir blog geldi. Sık ve düzenli yazı paylasmadığı için unutuyorum arada kontrol etmeyi. Bir baktım ki yeni bir yazı var. Mutlu oldum. Okudum hemen. Ve o dakikalarda aklıma sivrisinek hic gelmedi. Sivrisineği hiç düşünmediğimi ve dikkatimi tamamen yazıya vermiş oldugumu fark ettiğim an suratımın ortasında da tokadı hissettim. Tokadı atan yazı değil, yazıyı okurken hatırladığım şeylerdi.

Ben istikrarın gerekliliğine inanırım fakat herhangi bir şeyde istikrarlı olduğumu düşündüğümde dehşete kapılırım. İstikrarlı olmanın yaşamımıza üretkenlik açısından nasıl bir katkıda bulunduğunu tartışmayacağım gibi istikrarlı olmaya dair hislerimin psikolojik dinamiklerine de girmeyeceğim. Derdim bunları anlamak değil. Benim tercihim açık. Bundan bir şikayetim yok. Sadece istikrarı, daha doğrusu istikrar ile kazanılacak şeyleri istemediğimi çok sık unutuyorum. Zihnime yerleşmiş bir resim var ve ben her boşlukta otomatik olarak orada buluyorum kendimi. Ne gidişimi hatırlıyorum ne de kendimi bulduğum yerde sakin hissediyorum. Bu kötü hissettiğim izlenimi oluşturmasın. Aksine çoğu zaman heyecanlı buluyorum kendimi orada. Beni her defasında yanıltan da bu oluyor zaten. Heyecana fazlasıyla itibar ediyorum. Halbuki envanterimi daha geniş ölçekte alabilsem diyeceğim ki kendime yine elmalığın çukuruna düştün.

Ben eski ve yırtık tshirt severim. Ama hiç eski bir tshirtü kesip giymedim. Hep gittim mağazadan eski görünümlü yırtık tshirtler aldım. Benim mücadelem tam bu işte!

Kategori:Çok Bilmişlikler

Sıradan Hayatın İçinde Yaratıcılık

Ocak 10, 2020 By Zeynep Yorum yapın

  • Photo by russn_fckr on Unsplash

Yaratıcılık dendiğinde, ortaya bir sanat eseri koymak, ses getiren tasarımlar yaratmak, daha önce yapılmamış bir şeyi yapmak ya da düşünmek gibi algılıyoruz. Bir kişilik özelliği olarak yaratıcılık dediğimizde de, yine, o kişinin -sanatçı olmasa dahi- kıyafeti, tavırları, yemek tercihi ile diğerlerinden farklılaşan, genellikle orijinal fikirler ortaya koyan biri olduğunu varsayıyoruz. 

Bu şartlar altında da yaratıcılık bir lütuf olmuş oluyor. Herkeste olmayan, çaba ile elde edilemeyecek bir özellik olarak kabul edip “ ben hiç yaratıcı değilimdir” diyerek bu konuyu  geçiştiriyoruz.

Yaratıcılığın ne olduğunu bir kez daha konuşalım öyleyse. Evet, yetenek ve zeka kapasitesi belki birer “lütuf”. Ki bu bile tartışmalı bir mesele. Ama bu yazının konusu olmadığı için bu tartışmaya girmeyeceğim 🙂

Yaratıcılığı, olmayan bir şeyi bulmak, hiç düşünülmemiş bir şeyi düşünmek ve yapmak olarak anlamayı bir kenara bırakarak başlayalım. Yaratıcılığı, bir şeye yeni bir form verebilmek, başka bir perspektif dahil edebilmek, daha işlevsel bir kullanım için güncelleyebilmek , yeni düzenlemeler yapabilmek ya da bunları düşünebilmek, etrafa o gözle bakabilmek olarak tanımlayabiliriz.

Yaratıcılık sadece sanat, estetik, teknoloji alanları içinde var olmaz. Günlük hayatımızın göbeğinde de yer alabilir. Fakat bu zamana kadar bu alanların içine sıkıştırılan ve ancak o alanlarda yetenekli olan kişilerin kullanabileceği/sahip olabileceği bir şey olarak görüldü.

Yaratıcılık kapasitesi ise herkeste var. Fakat o kapasiteyi geliştirmek ve kullanmak kişisel emeğe bakıyor. Yani o kapasiteyi tamamen kullanabilir halde doğmuyoruz. Mizaç, içinde yetiştiğimiz aile, toplum ve o aile-toplumun imkanları vs gibi pek çok faktör farkında olmadan o kapasiteyi genişletmeye ya da köreltmeye neden oluyor. Eğer bu anlamda “ şanslı” isek, körelten değil de besleyenler daha fazla ise, bilinçli olarak yaratıcılık kapasitemiz üzerine çalışmamış oluyoruz. Ve insanlar bunun doğuştan geldiğini düşünüyor. 

“Kadın” dizisindeki Şirin’in de dediği gibi “çizim yeteneğimin olması beni ressam yapmıyor.” Tıpkı terzi olan babasının dikiş dikme becerisi var diye moda tasarımcısı olmaması gibi. 🙂

Özetle, yaratıcılık yetenek ve zekanın alt kümesi değil, ondan bağımsız bir özellik. Yetenekle bir araya geliyorsa ne ala 🙂 Ama yetenek ya da zeka konusunda üst sınırlarda olmamamız yaratıcılık kapasitemizin olmadığı anlamına gelmiyor.

David Perkins, “Kar Tanesi Modeli” ( The Snowflake Model of Creativity) adını verdiği yaklaşımda yaratıcı insanlarda gelişmiş olan 6 özellikten bahsediyor. 

Yaratıcılık kapasitesi gelişmiş insanları diğerlerinden ayıran 6 özellik şöyle;

1. Karmaşa ve düzensizliğe yüksek tolerans:

Böyle söylendiğinde bu insanların düzensizlik ve kaos içinde zorlanmadığını düşünebiliyoruz. Aksine, bu insanlar da zorlanıyor. Bu zorlanmaya rağmen karmaşaya tahammül edebilme, yapmakta olduğu şeyi yapmaya devam etmek üzerine çaba gösteren kişiler olarak diğerlerinden ayrılıyorlar.

Yüzeysel iki örnek vereyim ikisinin arasındaki farka dair,

Ev dağınık. Ben dağınık ortamda çalışamam. O halde çalışmıyorum.

Ev dağınık. Ben dağınık olmayan ortamda çalışmayı tercih ederim. Ama şu an şartlarım bu ise, bu şartlarda çalışmak için elimden geleni yapacağım.

2. Problem çözme becerisi:

Hepimizin bildiği üzere, bir sorun karşısında o sorunun nasıl çözülebileceğine odaklanmayı tercih etme anlamına geliyor. “Sorun çıktı bu iş olmayacak/ zaten hevesim de kalmadı / kim uğraşacak bununla/ aman yapmasam da olur…” demek yerine “bu sorun nereden çıktı, nasıl çözülebilir?” gibi yaklaşabilmek. 

Tabii bu da böyle söylendiği kadar kolay değil. O an sadece düşünceler oluşmuyor ki bir de öfke, hayal kırıklığı gibi duygular da eşlik ediyor. O yüzden problem çözmeye giden yol 1. maddeden geçiyor. Önce tahammül edebilecek ki sorunu gözlemleyebilecek. Gözlemleyemezse iyi soru üretemez, iyi soru üretemezse iyi çözüm bulamaz. 

Ben dağınık yerde çalışamam ki deyip kestirip atmak yerine dağınıklıkta tam olarak beni rahatsız eden şey ne? gibi biraz daha derine inen sorular sorabilmek  çözüm odaklılığı besleyen ilk adım.

3. Zıtlıkları ve farklılıkları bir arada değerlendirebilme:

Bir şeyin zıttının ya da alternatiflerinin varlığını da değerlendirmeye alabilmek geniş bir perspektiften bakabilmek demek. Ama sadece bu değil. İçselleştirdiğiniz fikrin zıttının varlığını kabullenmek ve onu değerlendirmeye alabilmek de duygusal olarak kolay bir şey değil. 

4.Risk alabilme:

“Bazı insanlar için risk almak çok basit ve risk alırken hiç kaygılanmazlar” düşüncesi de bir başka varsayımımız oluyor. Riskler her insan için kaygı içerir. Burada altı çizilen yer, kaygılara, korkulara rağmen adım atabilmek. 

5. Objektif görüş desteğinden kaçınmamak:

Bu ne demek? Eleştiriye izin vermek, bir başka görüşü, canını yaksa bile, değerlendirmeye alabilmek demek. 

6. İç motivasyondan beslenmek:

Para, titr, sosyal imkanlar gibi dışsal motivasyonlardan ziyade neşe, heyecan, meydan okumanın kendisini motivasyon olarak kullanmak. Dış motivasyonlar tüm insanlık alemi için çekici. Ama kısa bir süreliğine çekici. Sonrasında, bir şey kazanmanın getireceği motivasyon kazanılan şeyi kaybetmeme kaygısına yerini bıraktığı için dış motivasyonların sürdürülebilir bir etkisi olmuyor. Ama ilk harekete geçirici güç olarak kesinlikle dış motivasyonlar daha etkili. İşte o yüzden yaratıcı insan yaratıcı olmayanlardan bu noktada ayrışıyor. 

Bunlara ek olarak şunu söylemek istiyorum, her bir maddenin üç ayağı var aslında. Zihin, duygu eylem. Her bir özelliği bu üç potansiyel için ayrı ayrı geliştirmek gerekiyor. Mesela zıt düşünceleri bir araya getirerek düşünebilmek, zıt duyguların varlığını hesaba katarak bakabilmek, birbirine çok zıt insanların varlığını kabul ederek değerlendirebilmek gibi. Söylemesi kolay yapması çok zor bir cümle daha kurmuş oldum böylelikle.

Yaratıcılığı bir lütuf olarak görmenin arkasında biraz da tembellik var aslına bakarsanız. Çünkü emek işi olduğunu kabul ettiğimizde kendimizin tembelliği ile yüzleşmek durumunda kalıyoruz. O yüzden de seçilmiş kişi olamamış olmak bizi rahatlatıyor, sorumluluğu üzerimizden atıyor. 

İşe ilk olarak buradan başlayabiliriz sanki? Tembellikle yüzleşip, bunun oluşturduğu duygularla kalıp meseleye bir de rahatsız bir noktadan bakmaya cesaret etmek, bir diğer deyişle risk almak 🙂

Fotoğraf: russn_fckr on Unsplash

Kategori:Çok Bilmişlikler

“Kendin Olmak” Üzerine

Ağustos 22, 2019 By Zeynep Yorum yapın

“Kendin Olmak” zihnimi en çok kurcalayan mesele. Mesleki ilgim ve çalışmalarım da bunun etrafında konuşlanıyor. İlk kez online olarak düzenlediğim bir kitap okuma kulübünün de teması bu olsun istedim ve bu meseleyi tartışabileceğimiz kitaplar seçtim. Hem kitaplar hem birlikte yaptığımız paylaşımlar bu konuda yazma isteği uyandırdı bende. Elena Ferrante’nin The Days of Abandonment ve Orhan Pamuk’ın Kara Kitabı üzerinden kendin olmak meselesini tartışacağım bir yazı yazmak için evden çıktım. Çalışacağım kafeye gelene kadar yolda bir arkadaşımla konuştuk. Şimdi, yazmak üzere bu boş dosyayı açtım da… Yolda gelirken taze taze dinlediğim bir “kendi olma” mücadelesi bana “ne Orhan Pamuk’u Allah aşkına!” dedirtiyor.

Bir meseleyi dert edinmiş, (dert edinmeyi, odağına giren bir mevzuyu gündemine alma ve o konuda bir şeyler yapma isteği duyma olarak tanımlıyorum. Kahrolmak anlamında değil) ve onun için adımlar atmak isteyen birinin içinde bulunduğu hal kendin olmayı konuşmak adına daha anlamlı geliyor şu an.

Yapmak istediğin şeyler var, bir hayalin var, zamanın yok, işinden memnun değilsin, işin hayalin için yola koyulmana engel, onu bırakıp bırakmama konusunda gel gitlerin var, para önemli değil ama biraz da önemli, ya insanlar ne der?, güvenli ve kabul gören bir işi bırakıp “okuduğun okulla ne alaka?!” dedirtecek bir yola koyulmayı aileme nasıl açıklarım gibi sorular zihninde dört dönüyor. Tabii en çok da kendine nasıl açıklayacağın konusunda mücadele veriyorsun.
Tanıdık geldi mi? Tabii ki geldi. Herkesin soruları değil mi bunlar? Ne var ki bunda? Herkes bunları düşünmüyor mu? Oldukça sıradan. Kaygılarla bu yola çıkamayanlar da, bu soruları sorduğunu düşünüp ama aslında yola çıkmaya gerçekten hiç niyet etmemişler de sıradan. Yola çıkmış olanlar da sıradan; hayalinin peşinden gidenler instagramda boy boy nihayetinde.

Kendin olmayı tam da sıradanlığın içinde aramak gerek. Yukarıda tarif ettiğim sıradanlık bizim dışarıdan yorumumuz. Halbuki her insanın kendi içinde sorularını yaşama şekli var. Onlarla beraber ortaya çıkan duygular ve ortaya çıkamayan duygular. Asla vakıf olamayacağımız niyetler var. Anlayamayız o niyetleri çünkü hiçbir şeyin sağlayıcısı tek bir şey değil. Bir kaç niyeti aynı anda barındırır. O yüzden dışarıdan bakarken hadi bir niyeti okuduk diyelim ama o kadar. Gerisini biz bilemeyiz. O bilir. Çünkü onun kendine ait bir “kendi olma” mücadelesidir. Sadece kendi yaşar. Biz dışarıdan bakanlar da bu kişilerin bazısından ilham alırız; bazısının kokusu gelir burnumuza, hoşlanmayız; bazısınınkini fark etmeyiz bile. Ama hiçbiri görüdğümüzle sınırlı değildir ve hepsi o kişinin kendisi için sıradandır. Sıradanlık da varlığın kendisine en yakın olandır.

Peki insan nasıl kendi olur? Var mı bunun formülü? Formülize etmeye çalışmak modern insanın içine düştüğü bir çukur ne yazık ki. Ama çukur olarak tanımlıyor olmak o çabanın varlığını inkar edebileceğim anlamına gelmiyor.
Orhan Pamuk, romanlarındaki karakterlerde kendi olma mücadelesine hep “diğerini” ortak ediyor. Diğerinin gözünden kendimize onay verme çabasının altını çiziyor ama aynı zamanda denklemde diğerinin var olmasının “kendin olma” sürecini baltaladığına da vurgu yapıyor. Yani Orhan Pamuk için kendin olmak bir paradoks. Sanırım böylelikle, kendi olmaya dair sorularını çıkmaza sürerek, bu tartışmayı varoluşsal bir soru olarak gündeminde tutmak istiyor. Hiç bitmesin istiyor. İnsanın kendine ve hayatının manasına dair soruları, anlamın ta kendisi olmuyor mu gün sonunda? Neden cevaplamak için acele etsin değil mi?

Benim fikrim ise şöyle; kendin olmak dediğim şeyde diğerini denklemden çıkarmam mümkün değil. O var. Benimle belli alanlarda temas halinde. Bazen çok yaklaşabilirim, bazen hiç ortalarda olmayabilir.Bazen üst üste binebiliriz. Diğeri hep var; görsem de görmesem de. Ama diğeri hiçbir zaman ben değil. O yüzden Orhan Pamuk’un eserlerinde gördüğüm, ötekinin kişinin kendisinin bir uzantısı olarak konumlandırılması, benim “kendi olma” anlayışım içine girmiyor. Benim yorumladığım yerde, diğeri var ama o da kendi olarak var. Onu kendimden ayrıştırabildiğim ve onun da alanının olduğunu kabul edebildiğim sürece kendim olmaya daha yakınım gibi hissediyorum. İçinde bulunduğum alanın tamamının bana ait olması ve aynı zamanda tamamının ona ait olmasını idrak etmenin beni oraya yaklaştıracağına inanıyorum.
Bir de, “kendin olmaktan” konuştuğum her an kendim olmaktan çok uzak olduğumu da düşünüyorum.
İnsanın özüne yaklaştığı ve ondan uzaklaştığı anlar oluyor. Tıpkı sıcak-soğuk oyunu gibi; saklanan nesneye yaklaştığımızda sıcak diye, uzaklaştığımızda ise soğuk diye uyarılarak o eşyayı bulma amacı ile oynanan oyun. Kendimizden ne kadar uzaklaştığımızı fark etmemizi sağlayacak sinyallere , daha doğrusu herkesin kendi için zaten var olan sinyalleri görmeye ihtiyacımız var.

Kategori:Çok Bilmişlikler

Bir Kavram Karmaşası: Psikolog, Psikiyatrist, Psikoterapist

Ağustos 9, 2019 By Zeynep Yorum yapın

Psikoterapist, Psikolog, Psikiyatrist… Bu kavramlara aşina olsak da arasındaki farkları tam olarak bilmiyoruz. Cümle içinde kullanırken bile kafamız karışıyor. Birine danışma ihtiyacını hissettiğimizde ise tam olarak hangi ünvana sahip kişiden destek alacağımızdan emin olamıyoruz.
Bu konuyu biraz netleştirmek adına yazıyorum bu yazıyı.

Hayatınızda bazı konularda zorlandığınızı hissettiğiniz ve destek almaya ihtiyaç duyduğunuz dönemde aklınıza gelen “Acaba bir psikologa/ psikiyatriste mi gitsem?” sorusu aslında “Acaba psikoterapiye mi başlasam?” sorusuna denk düşüyor. Yani ihtiyacınızın muhattabı bir kişiden ziyade sizin gönüllü olarak gireceğeniz bir süreç.
Mahremiyetiniz konusunda hassas davranılan bir ortamda, o konuda uzman bir kişiyle duygularınızı düşüncelerinizi, yaşadıklarınızı paylaşıyorsunuz. O da sizi dinliyor, anlıyor ve muhtemelen size bir şeyler söylüyor.
Zihninizdeki resim bu şekilde değil mi?
İşte bu resmin yani bu sürecin adı psikoterapi.
Bunu yürütecek kişi ise psikoterapist.

Psikoterapist olmaya giden yol ilk olarak psikiyatrist ya da psikolog olmaktan geçiyor. Psikologlar da psikiyatristler de psikoterapi yapabilir. Ama nasıl?
Fen-Edebiyat fakültelerinin psikoloji bölümlerinden mezun olanlar psikolog ünvanı alıyor. Tıp fakültesinde eğitimini tamamlayıp psikiyatri üzerine uzmanlığını yapan kişiler ise psikiyatrist ünvanını alıyor. Bu her iki branş da en genel haliyle insanın ruh sağlığı üzerine odaklanıyor. Bir tıp doktoru ile bir sosyal bilimci tahmin edeceğiniz üzere farklı disiplinlerin getirdiği perspektifle ele alıyor meseleyi. Fakat psikoterapist olmak için ne psikolog olmak ne de psikiyatrist olmak yeterli. Her ikisi de bu haliyle insan doğasına dair bilgi sahibi olsa da pratik olarak bir terapi sürecini üstlenecek araçlara, deneyime ve bilgiye henüz sahip değil.

Psikoterapi dediğimiz şey güvenirlik ve geçerliği yetkili birimler tarafından onaylanmış tekniklerin kullanılması ile yapılabilecek bir şey.
Psikiyatristler de psikologlar da eğitimleri süresince psikoterapi yapma yeterliliği edinebilecekleri bir eğitim almıyorlar. Dolayısı ile bu alanda uzmanlaşmak isteyen kişiler daha sonra psikoterapi sürecini sağlıklı bir şekilde yürütebilecekleri araçları edinmek için çeşitli eğitimlerden geçiyorlar. Etrafta sıkça duyduğunuz bilişsel-davranışçı terapi, çözüm odaklı terapi, şema terapi, psikodinamik yaklaşım, psikanaliz vs. gibi kavramlar bu tekniklerden bir kaçı. Bir psikiyatristin de bir psikologun da psikoterapi yapabilmesi için bu tekniklerden bazılarını yetkin bir şekilde kullanabiliyor olması lazım.
Psikologlar klinik psikoloji yüksek lisansı yaparak hem bu eğitimleri alma imkanı buluyor hem de süpervizyon alarak güvenli bir ortamda pratik edebiliyorlar. Bir diğer taraftan da akademik ilgilerini kilinik psikoloji odaklı özelleştirmiş oldukları için alandaki çalışmalara daha vakıf olma ihtimalleri artıyor. Klinik psikolog ünvanı ile karşılaştığımızda o kişiden psikoterapi desteği alabileceğimizi varsayabiliriz. Varsayabiliriz diyorum çünkü türkiye şartlarında ne yazık ki her klinik psikoloji yüksek lisansı yapmış kişi olmasını beklediğimiz eğitimden geçmeyebiliyor. Üniversiteler için ticari kaygı eğitim kalitesinin önüne geçtiğinden bir titre sahip olmak yüzde yüz “uzman” güvencesi vermiyor. Burada da iş, mesleğini icra etmek isteyen kişinin kendine objektif bakabilmesine kalıyor biraz. İsterse “oldum ben” deyip ünvanının ardına gizlenip çalışabilir, isterse eksikliklerini görüp kendini güncellemeye emek verebilir. Sanıyorum bu durum sadece psikoloji alanında değil, pek çok branş için de böyle.

Bununla birlikte psikologlar için psikoterapist olmak sadece klinik psikoloji yüksek lisansı şart değil. Yani Türkiye’de değil. Psikoloji lisans mezunları belirli kurumların verdiği terapi teknikleri eğitimlerinden geçebilir, süpervizyon desteği alabilir. Mesleki yeterliliği konusunda sorumluluğunu üstlendiği ve gerekli adımları attığı sürece yüksek lisans yapmadı diye karalayacak bir durum yok. Fakat bir master eğitiminin, o disiplinde bilimsel araştırmalar etrafında derinleşme, literatüre hakim olma, ve bilimsel gelişmeleri birinci el kanallardan takip edebilme becerisi kazandırdığının da altını çizelim. Daha doğrusu yine kazandırdığını varsayalım.

Bu alan için üzerine konuşabileceğimiz dinamikler yalnızca bunlar değil tabii. Bir de insan doğasını anlamaya yatkınlık da var. Bu konuda eğitim almış olmak bu beceriye sahip olmak anlamına gelmiyor. Bilimsel arka plan, araçlar ve eğitim önemli ama söz konusu insan olduğunda ezbere bilginin yetmediği durumlar da oluyor. Bilgiyi kişi özelinde yorumlayabilmek, farklı etkenleri göz önünde bulundurarak anlayabilmek,bir olayı disiplinler arası değerlendirebilecek entelektüel birikime sahip olmak, sağlıklı bir ilişki geliştirebilmek, güven kurabilmek, karşı tarafa mesajı doğru iletebilmek.. Bunlar da hiç hafife alınmayacak beceriler psikoterapi sürecinde.

Ağırlıklı olarak psikologlar üzerinden konuştum çünkü benim daha fazla şey söyleyebileceğim bir alan. Psikiyatri ile ilgili ise bir kaç yerin altını çizmek istiyorum. Psikiyatristlere daha fazla güvenme eğiliminde oluyoruz çünkü tıp fakültesini kazanmış insanın zekasına güven duymayı tercih ediyoruz 🙂 Üniversite sınavından yüksek puan almış biri olması oldukça güven verici oluyor garip bir şekilde 🙂 Bir de doktorluk genel olarak pozitif imajı olan bir meslek dalı. Medikal tedavi etme hakkının olması da bir güç olarak algılanıyor. Bir de ilaçla tedavi daha pratik ve “gerçekçi” geliyor sanırım bize.
Fakat insan dediğimiz varlık sadece biyolojik bir varlık değil. Hele ki iş ruh sağlığına geldiğinde sosyal faktörler çok belirleyici oluyor. Genetik olarak sizde kodlu bir hastalık “iyi koşullarda” ortaya çıkmayabiliyor mesela. Tıp doktorları psikiyatri uzmanlıklarına yaparken insanın bireysel ve sosyal dinamiklerine hakim olmadıkları bir eğitimden geçiyorlar. Eğer bir psikiyatrist bu konuda kendini geliştirmiyor ise “bizim çocuk hiperaktifmiş, doktor ilaç yazdı” tadında bir hizmetle karşılaşabiliyoruz. Ki bu oldukça sıkıntılı bir durum. Daha sıkıntılı olanı ise doktor diye bunu hiç sorgulamamız. Bir tedavi yöntemine karar vermenin hassasiyet gerektirmesi kadar teşhis koymak da çok kritik bir mesele. Bir görüşme ile mutsuz hissedenin depresyon, hareketli olanın hiperaktif tanısını aldığı bunun da çok nadir olmadığı bir yer Türkiye. Burada niyetim psikologları psikiyatristlerden üstün tutmak değil 🙂 Psikiyatristlere duyduğumuz koşulsuz güvene dikkat çekmek.

Bu arada şunu da ekleyeyim; her psikolog psikoterapist olarak çalışmak ve o yetkinliklere sahip olmak zorunda değil. Psikolojinin değdiği pek çok alan var ve her alanın kendi işleyişinde talep ettiği bir takım yetkinlikler ve araçlar var. Psikolog dediğimizde zihnimizde sadece psikoterapist imajı canlanmasın yani 🙂

Kategori:Çok Bilmişlikler

Belirsizlik ile Yaşamak

Ağustos 6, 2019 By Zeynep Yorum yapın

Bazen sizden cevaplamamı istediğiniz soruları topluyorum. Bu soruların geneli de hayatın anlamı ve belirsizliği üzerine oluyor. Oysa ki ben chia tohumu ile nasıl sağlıklı pudingler yapıyorumu anlatmak istiyorum 🙂 Şaka tabii. Yeri gelmişken bu durumdan memnuniyetimi paylaşmak isterim. Böyle anlamlı ver derin sorulara vereceğim cevabı merak ettiğiniz için gizli bir haz duyuyorum.
Çok memnunum memnun olmasına ama tahmin edeceğiniz üzere hayat üzerine sorulan sorular herkes için zor ve genellikle de muallak. Ben de bu kişilerden biriyim. Yani profesyonel kimliklerimizin, uzmanlıklarımızın pek çalışmadığı bir alan bundan sonrası. Ama tabii ki hayat okulunun en kıdemli öğrencilerinden biri olarak bu konuda atıp tutmayı kendime hak görüyorum 🙂

Hayatın belirsizliği ile güzel güzel geçinip gitmek üzerine yazmaya başlamadan önce bu konuda bir şeyler anlatmam için hiçbir fırsatı kaçırmayıp “ belirsizlik üzerine yaz”, “belirsizlik üzerine video çek” diyerek beni böyle kocaman bir konuda konuşmaya cesaretlendiren arkadaşıma buradan selamlarımı gönderiyorum ve teşekkür ediyorum.

Hayatın belirsizliği ile yaşamak durumunda kalmış biriyim ben de. Hepimiz öyleyiz. Çünkü insanoğlunun hayatı deneyimleme şekli belirsizliği üzerinden. Dönem dönem belirsizliğin bize hükmetmesi değişiyor tabii. Her şeyin yolunda olduğunu hissettiğimiz dönemlerde bu soru pek fazla kafamızı kurcalamıyor. Fakat yapmak istediğimiz bazı şeylere engel olduğunda ve önümüzü görmeden karar vermek durumunda olduğumuz dönemlerde ağzımızdan düşmüyor “belirsizlik” kelimesi. Hayatın akışı ve o akışta karşımıza çıkanı yorumlama şeklimize bağlı olarak belirsizlik meselesinin de hayatımızda kapladığı alan değişiyor.

Bu durumu kavramsallaştırdığımız zaman ortaya bazı sorular çıkıyor. Belirsizlik diyoruz ya, hayatın belirsiz olduğunu kabul ettiğimizde bu aslında belirli bir şeye dönüşüyor gibi. Hayat belirsizdir. Oldukça net. Hayattan ne bekleyeceğini artık biliyorsun bu haliyler; belirsizlik. Bir diğer soru da şu olabilir. Zorlandığımız bir durumdan çıkmanın umudunu değişime tutunarak taşıyabiliyoruz; bu günler geçecek, hayatın bize güzel sürprizleri de olacak vs. O halde belirsizlik yolumuza taş koyduğu kadar içimizi de ferahlatabiliyor sanki? Aşık olma fikri bile belirsizliğin içinde kurgulandığında heyecan veriyor. Beklemediğiniz bir anda, tahmin etmediğiniz bir yerde olan bir tanışma… Belirsizlik bu kadar sıkıntılı bir şey olsaydı beşik kertmesi fikri içimize su serperdi.
Örnekleri çoğaltabiliriz.
Ama özetle benim anladığım şu, tatlı sürprizleri seviyoruz ama kabz hali yaşatan önünü görememeler hayatın belirsizliğinden dem vurduruyor. O halde belirsizlik kavramını negatif şeyler için mi kullanıyoruz sadece?

Çok uyumlu olmasından çok memnun olduğunuz birini düşünün. Sizi karşısına almıyor, gürültü patırtı yaşatmıyor. Bayılıyorsunuz bu özelliğine. Fakat bir gün kasa kuyruğunda önünüze geçen birine karşı hakkınızı ararken onun uzlaşmacı tavırlarından rahatsız oluyor ve sizin hakkınızı koruyamadığı için şikayet ediyorsunuz. Bu senaryoda o kişinin özelliklerine değil size konfor sağlayabildiği ölçüde o kişinin varlığına kıymet veriyorsunuz. Yani uyum özelliği sadece size olsun, gerektiğinde olsun. Yani o kişi her şey olsun ve gerektiği yerde gerektiği gibi olsun. Sizin kriterlerinizce.

Hayat da bir tek bana çalışsın. Canım istediğinde tatl bir belirsizlik yaşatabilir, fakat beni istediğim gibi karşılasın.
Yaşadığım hayatın içindeki tüm hareketler bana özel tasarlansın ve geriye kalan insanlar benden arta kalanlarla yetinsin.

Kulağa çok garip geliyor değil mi?

Belki de hayatın bizden bağımsız bir şey olduğunu, evrenin çalışma biçiminin tüm insanlığa ve canlılara hitap ettiğini kabul etmekle başlamak zorundayız.
Çalışma şekline vakıf olamadığımız bir evren var ortada. Belki onun sistemini çözmeye, ona müdahale etmeye çalışmak, muhattabının sadece ben olduğunu düşünmek yerine onun varlığını kabul etmek lazım. Ve o varlığın benden bağımsız olduğunu..

“Benim hayatım” dediğim şey ise evrenin sistemi içinde benim yapmak istediklerime ulaşmak gibi yorumluyoruz ama ben daha ziyade şöyle yorumlamayı tercih ediyorum; Yapmak, deneyimlemek istediklerimi hayatımın varlığını en çok hissedebildiğim alan içerisinde, o anın o alanın şartlarında yapılabildiği kadar yapmak.
Ulaşmalı şeylere karşı değilim. Sadece ulaşmak ve hedef gibi kavramları çiğ bir şekilde içselleştirdiğimizi düşünüyorum. Bir hedefi, denkleme giren her şeyden bağımsız görme eğilimindeyiz. Denkleme girenleri göz önünde bulundurmayı ise hedeften sapma olarak değerlendiriyoruz. Yine siyah ve beyazlarımız yani. O yüzden ulaşılacak şeyin aslında her günümüzde her anımızda yeri olduğunu kabullenmediğimizde hedef kavramı da içimizi çürüten bir şey oluyor. Bir de hedef kelimesini hayata meydan okumak gibi algılıyoruz genelde. “Her şeye rağmen yılmadı ve başardı.”

Hayatın bir savaş ve mücadele yeri olduğunu düşünmüyorum. Önemli olan hayatla beraber dans etmek diyeceğim şimdi sinir olacaksınız bana? Ama biraz öyle sanırım. Karşına almak değil, altında ezilmek değil, eşlik etmek… Aslında biraz hayatı kendimden ayrıştırmak. Çünkü diğer senaryolarda merkezde hep ben varım yine. Hayatla savaştığımda, hayat beni ezdiğinde, hayat bana güldüğünde, iyi davrandığında… Hep merkezde ben varım. Halbuki her şey benimle ilgili değil ve hayat sadece benim için işlemiyor. Ben alt kümeyim tıpkı diğer alt kümeler gibi. Onun varlığını kabul edip, bana hizmet için var olmadığını kabul edip, onun içinde kendime yer edinmek daha makul bir hayat algısı sağlayabilir.

Bir de dedim ya hayatın varlığını en çok hissedebildiğim alan.. O da genellikle “şu an” oluyor. Bazen genişliyor bazen daralıyor. Bazen bir aylık bir sürenin içinde kendimi görebilirken, o zaman dilimi ile aidiyet kurabilirken bazen “yarın” çok belirsiz geliyor ve kendimi yarının içinde göremeyebiliyorum. O yüzden “anı yaşa!” makul bir önerme olsa da “an” tanımı oldukça bireysel ve değişken. İçine girebildiğim zaman dilimine “an” demeyi tercih ediyorum ben.

Bu konuya dair fikrim şu, hayatın belirsiliğini kabullenmek hayatın belirsizliğini kabullenmekle ilgili değil 🙂 Önce evrenin varlığını sonra da o evrenin içindeki her bir varlığın var oluşunu kabullenmekle alakalı. Ve ne yazık ki bundan çok çok uzağız. Ben öyleyim, çok uzağım. Ama bu uzaklığı görüp kabul etmenin de bir adım olduğuna inanıyorum.

Japonların Şintoizm dini geldi şimdi aklıma. Vakti zamanında bir Japon arkadaşım kısaca bahsetmişti. Var olan her şeye eşyaya, tabiata, tüm canlılara( ölüler de dahil çünkü Şintoizme göre ruhları hala var) saygı duyma. Buradaki “saygı duyma” içi dolu bir şekilde saygı duyma tabii 🙂
Şu an araştırmak için bir merak oluştu içimde.

Kategori:Çok Bilmişlikler

  • Go to page 1
  • Go to page 2
  • Go to page 3
  • Go to page 4
  • Go to Next Page »

Birincil kenar çubuğu

Konular

  • Çok Bilmişlikler
  • Değişim
  • Hikayeler
  • Podcast
  • Sevgili Günlük
  • Uncategorized

Copyright © 2022 · Genesis Sample on Genesis Framework · WordPress · Giriş

  • Endişeli Psikolog?
  • Blog
  • Podcast
  • Youtube
  • Bloga Üye Olun
  • İletişim